ROYAL BLOOD’I NE KADAR CİDDİYE ALMALIYIZ?

Rock müzik adına, bilip sevdiğimiz isimler açısından cayır cayır; ama yeni çıkan isimler söz konusu olduğundaysa oldukça vasat günler yaşıyoruz efendim. Gün geçmiyor ki, her yeni ismi “heyecan verici” isim olarak nitelendirip Tumblr duvarlarımızı onlara adamayalım… (Bu ben değilim tabii ki.)
Şimdi ise söz konusu olan bu heyecan verici yeni isim Royal Blood. (Tabii ki bu albümü incelemek için geç kaldığımı hissetmiyorum, o yo hayır.)
Bu 2013 yılında kurulan tazecik körpecik grup hakkında okuyacağınız her 100 yazıdan 99’u gibi onları koşulsuz şartsız övmeye niyetim yok. İşte ben geriye kalan o tek yazıyı yazıyorum şu anda muhtemelen…

Az önce de bahsettiğim gibi, 2013 yılında İngiltere’de kurulup, Arctic Monkeys desteğini de arkalarına aldıktan sonra, ilk albümleri için merakla beklenen gruplar arasına girdi Mike Kerr ve Ben Thatcher‘dan oluşan taze düo’muz Royal Blood. Arctic Monkeys ne dese, ağızlarının içine bakan bir nesille içiçe olmamız nedeniyle, ilk albümlerinin bu denli merak uyandırması tabii ki şaşırtmadı.
Bir bas gitar ve bir bateriden oluşan grup, haliyle bu “ikili oyun” açısından sık sık The White Stripes‘ı akıllara getiriyor.(Royal Blood yazın, standart bir videonun altına tıklayın ve tartışmalar nereye kadar gidiyor görün.)  Ancak sound olarak baktığımızda Queens of The Stone Age ilk akla gelen isim oluyor.


Grubu tanıtmaya kısa bir ara verip, grubun “self-titled” albümlerine geçmek gerek şimdi.
Ağustos 2014’te çıkan bu albüm, başta NME olmak üzere pek çok derginin olumlu yorumlarının da desteğiyle 1 numaraya kadar çıktı bilimum listelerde. Yanlış anlaşılmasın, burada haksız bir başarı olduğunu kesinlikle söylemiyorum -ortada iyi bir iş olduğu çok net- ancak bir ilk albüm için “abartılı derecede başarılı” bir promote edilme durumu söz konusu burada. Kaç “yeni grup” aynı şansı elde edebilmiştir sizce?

Şimdi bunları bir kenara bırakıp albümü parça parça incelemek gerek.
Açılış parçası Out Of The Black, albümün en üst düzey yıldızı. Sonrasında albüm benim için ikinci yarıya kadar inanılmaz derecede tekdüze gidiyor resmen.
Ama dediğim gibi Out Of The Black‘e kesinlikle laf yok. Bunun bir diğer nedeni de inanılmaz derecede güzel bir video klibi olması. Bu hikayeyi tüm cideo kliplerinde devam ettirirlerse en azılı fanları ben bile olabilirim.
Come On Over, grubun en önemli hitlerinden. Benim içinse evde ya da işte dinlemek için fazla üzücü, zira eminim ki konserlerde oldukça farklı ve başarılı olan canlı performansını dinlemek lazım bu parçanın.

Figure It Out parçasını White Blood Cells ya da Icky Thump albümüne koysanız hiç sırıtmayacak bir parça. (Bkz. The White Stripes albümleri) Bu açıdan 15 yıl önceki öncülerinin koyduğu Garage Rock kurallarının şarkıyı hiç riske atmadan kullandığı bir parça denebilir.
You Can Be So Cruel benim için çok fazla “indie”. Ardından gelen Blood Hands ile tempo daha da sıradan bir hal alıyor. Ama sabırla dinlemeye devam etmemin meyvesini asıl bu şarkıdan sonra aldım diyebilirim. Zira benim için bu albümün sadece ikinci yarısı var.
Albümün en popüler hitlerinden Little Monster, girişteki “Hey little monster, I got my eye on you” dizesiyle bir süre dilime dolanmadı değil. (Hoş, hala ara ara dolanıyor.)
Sonrasında gelen Loose Change, kesinlikle favorilerimden biri. Süresi, tınısı, vokal kısmı; her şey dozunda. Careless bir başka parlayan yıldız olmakla birlikte bir diğer favorim olan Ten Tonne Skeleton‘a köprü görevi de görüyor.(Ki benim için albümün en iyisi bu) Finaldeki Better Strangers ise belki Mike Kerr‘in gitardaki yeteneklerini sergilemesi açısından iyi bir “CV” olsa da oldukça ruhsuz bir iş.


Şimdi bu gençlerin bilimum performanslarının altında görebileceğiniz, yüzlerce “eheheh ama The White Stripes yapmamış mıydı bunu?” diyenlerden olmak istemiyorum. Ya da “aa bu şarkı çok Queens Of The Stone Age”cilerden de olmayacağım. Ama Tanrı aşkına sizce de kendilerinden bahsedilen her konuda bu şekilde anılmaları anormal değil mi? Şimdilik “çok şu”, “çok bu”, “çok o” durumundalar. Tabii ki benzetildikleri isimler inanılmaz birer gurur kaynağı olabilir ancak bir grubun promote edilirken “işte yeni …….” şeklinde bahsedilmesi kadar da itici bir şeyin olmadığı görüşündeyim. Hele ki benzetildikleri isimlerin hiç de böylesine kolay bir yoldan geçmediği düşünüldüğünde.

Şimdi işin duruş kısmına geçmek gerek. Maalesef ki Garage Rock görüntüsünü geçtim, Rock görüntüsüyle uzaktan yakından alakaları yok. Ve hatta maalesef ki az sonra bir Elektronik Müzik Festivali’nde sahne alacak bir DJ ikiliye benziyorlar. Ve hatta Sam Smith’e. Bilemiyorum. (Hayranlarını daha fazla üzmeden bu konuyu geçelim.)
Canlı performansları (eminim ki kendilerini kanlı canlı izleyen seyirci olmak oldukça farlı olabilir ama…) şimdilik oldukça ruhtan yoksun. Sacede TWS değil, rock tarihindeki diğer tüm duo’ların canlı performanslarını izlemek yeterli olacaktır (fanları olmasam da The Black Keys bu konuda ders kitabı olarak okutulabilir.) Sahnede en çok vahşileşme imkanı onlardayken, sükunetten bayılacak gibiler. (İşte bunlar hep o Elektronik Müzik Festivali tarzından…)

 

Desteklerini aldıkları bir diğer isim de Foo Fighters, dolayısıyla Dave Grohl. Ama Dave Grohl’a şelale gibi para akıtacak neyi verseniz destekleyeceği için bunu dikkate değer bir referans olarak almıyorum. (Ki Grohl’u çok sevdiğim halde bunu söylüyorum.)
Özetle biraz tatlı biraz acı bir eleştiri yapmış olsam da bu albüm ne yerden yere vurulacak kadar kötü, ne de pohpohlandığı kadar “inanılamayacak derecelerde güzel.” Bir debut albüm için tabii ki oldukça başarılılar, şarkıları sizi fazlasıyla yakalıyor ancak maalesef ki albümün -ve dolayısıyla parçaların da- kendisine has bir karakteri ve ruhu olmadığı için hayatı değiştiren bir yönü de yok. Uzun yol yolculuklarında ya da bir müzik festivalinde tüm dikkatinizi toplayıp eşlik edebileceğiniz parçalar ama maalesef ki bir süre sonra yine hayatınızı değiştiren o parçalara dönecek olmanız kaçınılmaz bir gerçek.
Burada sorulacak soru, Royal Blood’ı ne kadar ciddiye almalıyız? oluyor haliyle.

Royal Blood herşeye rağmen gelecek vaat ediyor ve heyecanlandırıyor. Burada dediklerimin hepsini ilerleyen zamanlarda geri almayı diliyorum. Hatta bir gelsinler, canlı izleyelim ve öyle karar verelim. (ve hatta hissediyorum,konser hislerim diyor ki “gelecekler”.)

İyi dinlemeler…
https://instagram.com/multibabydoll/

https://twitter.com/multibabydoll_

https://www.facebook.com/Multibabydoll/

 MÜŞRA DEMİR

 

 

 

 

Zeen is a next generation WordPress theme. It’s powerful, beautifully designed and comes with everything you need to engage your visitors and increase conversions.

Top 3 Stories

Daha Fazla İçerik
90’lardan ölümsüz bir trend: Slip Dress!