Kimseye Benzemeyen Bir Adam: Michael Hutchence Portresi

Bazı sanatçıların gidişinin ardından onca yılın nasıl geçtiğini anlayamazsınız. Çünkü “ölümsüz” diye tanımladığımız şey budur; sizinle o süre boyunca hep yaşayan, sizle birlikte nefes alacak şeyler üretmiştir. Michael Hutchence da bu ölümsüz isimlerden biri…

Ölümünün üzerinden neredeyse 30 yıl geçti. Aslında pek çok trajik değişimle birlikte 1997; tüm o güzel 90’ların bittiği resmi yıl olarak sayılabilir. Hutchence’ın Kasım ayındaki ölümü de bunu pekiştiren gerçeklerden sadece biri.

1960 yılında Sydney’de doğan Hutchence’ın kendisini küçük bir havuzdaki büyük balık gibi hissedişi; aslında çocukluk dönemlerine dek uzanıyor. 12-13 yaşına dek Hong Kong’da yaşayan Hutchence’ın bu şehirdeki boğulma hissi; Avustralya’ya babasının yanına döndüğünde de değişmiyor. Tabii ki Avustralya’dan çıkan en efsanevi gruplardan birini yaratana kadar…

Avustralya’nın en büyük grubu söz konusu olduğunda, -eğer çok da ana akım bir muhabbet dönmüyorsa- taraflar ikiye bölünecektir. AC/DC‘ciler ve INXS‘ciler. Bahsi geçen grubun kurulması ise; lisede tanıştığı Andrew Farris’in kendisini gruplarıyla birlikte söylemesi için davet etmesiyle atıldı. Bu davet, aynı zamanda Hutchence’ın müzik tarihine damgasını vuracak vokallerden biri olması için attığı ilk adımdı.

Oldukça “küçük” sayılabilecek yaşlarında büyük adımlar atmaları ve hayat tarzlarının daha o yaştaki “aşırılığı”,  kendilerine yine sınırları aşan bir isim bulmalarıyla pekişti: “in excess” yani kısalttıkları haliyle INXS.

Huthcence sık sık dile getirdiği, sanatın her alanında kendisini gösterme isteğini, 1986 yılında ilk sinema filminde yer alarak kanıtladı. Dogs In Space adını taşıyan film daha çok Avustralya semalarında kült konumda olsa da, dönemin asi gençlik temasını ve underground kültürünü anlamak açısından önemli bir eser olarak görülebilir.

İrili ufaklı pek çok mekanda çıktıkları dönemde çıkardıkları ilk üç albüm pek fazla ses getirmese de grubun ve dolaylı yoldan Hutchence’ın şansının döndüğü tarih 1987 olarak sayılabilir. Tulum çıkarmak deyimini bilirsiniz. 1987 tarihli Kick de tam anlamıyla bu deyimi karşılayan, içerisinde boş olmayan ve döneminde 10 milyon üzerinde satarak adını tarihe altın harflerle kazıyan bir albüm. Tabii aynı albüm, akabinde grubun solistinin hayatının fazlasıyla yakın markaja alınması da demek oluyordu.

“Başarının mutlulukla birlikte geldiğini düşünmüyorum. Eğer insanlar bunu bilseydi hayal kırıklığına uğrardı.” derken bahsettiği şey de muhtemelen bu “yakın markaj”dı.

Dinleyici Never Tear Us Apart‘taki melankolik ve romantik çocuğu da, Devil Inside‘daki muzip çocuğu da aynı anda sevmişti. Hutchence kendisine özgü stiliyle sadece hayranlarının hayatlarına dokunmakla kalmıyor, özel hayatına kattığı isimlere de yeni bir vizyon yüklüyordu.

Avustralya’nın dışında şöhreti elde etmeden önce uzun süreli bir ilişki yaşadığı Kylie Minogue, paparazzilerin dikkatini çektiği ilk ilişkisiydi. O dönemde daha çok “iyi aile kızı” imajıyla Avustralya’nın en sevilen yıldızlarından olan Minogue, Hutchence’dan sonra değiştiğini ve şimdiki imajında ön planda olan kadınsılığını onun sayesinde keşfettiğini kendisi de sık sık ifade ediyor. Günümüzde hala moda dergilerinin çok sevdiği; Versace elbiselerle katıldıkları büyük çaplı parti kareleri ikilinin ilişkisini anlatmak için yeterli değil. Avustralya başbakanının ön sıralarda oturduğu bir uçakta ikilinin fazla “kural dışı hareketlerde” bulunması, en bilinen hikayelerinden sadece biri…

1989 yılında plak şirketinin tüm itirazlarına rağmen farklı sulara açılmak isteyen Hutchence, o çok ünlü uzun saçlarını da kesip; müzisyen Ollie Olsen ile kurduğu Max Q grubuyla INXS’de yaptığından daha farklı, daha çok elektronik sularda yüzdükleri bir albüm yaptı. Ancak albümün ticari başarısızlığı, Hutchence’ın cesaretini de kırdı.

Müzik hayatında yapamadığı değişikliği özel hayatında yapmanın vakti gelmişti. Hutchence’ın zamana ve mekana göre rahatlıkla değişebilmesi; ilişki hayatında da geçerliydi. Artık kıtanın dışına çıkan Hutchence telefonda ayrıldığı Minogue’un ardından isminin anılacağı efsanevi aşkını bulmuştu; dönemin ünlü top modeli Helena Christensen.

Uzun soluklu beraberlikleri boyunca tam bir kartpostal çifti olarak görülen ikili, Thierry Mugler defilesinde bile yan yana yürüyüp; Hutchence’ın moda arenasında da zafer kazanarak artık tam anlamıyla bir “ikon” oluşunu kutladı. Grup 1990’da Kick’i destekler nitelikteki “X” albümü (Suicide Blonde hit’ini hatırlatsam yeter herhalde?) ile şöhretlerini pekiştirirken; 1991 yılına gelindiğinde belki de “en yüksek” anlarından biri yaşandı.

13 Temmuz 1991 yılında Wembley Stadyumu’nda verdikleri konser hem izleyici sayısıyla tarihe geçti hem de konser boyu enerjisi bitmeyen o “çizgili pantolonlu çocuğun” ününün kıtaları aştığını tasdikledi. “Kim olduğumu ve ne yaptığımı çok iyi biliyorum” diyen Hutchence, kuşkusuz bu cümleyi öylesine söylememişti.

Sık sık deri pantolonları, sahnedeki dansları, umursamaz tavrı, karizması, seksapeli ile; yani kısaca dönemin “alışılmış” tüm rockstar tavrına uygunluğuyla Jim Morrison ya da Mick Jagger ile karşılaştırılan Hutchence bu benzetmelerin hiç birini kabul etmiyordu. “ Jagger ve benzerlerine bakıyorum ve onları seviyorum. Eğer bu tarz iyi bir tavır görürsem hayranlığımı dile getiririm, tarzlarını kopyalamam.”

1992 yılında çıkan Welcome To Wherever You Are albümü ile grubun, daha doğrusu Michael Hutchence’ın yavaş yavaş daha karanlık yönüyle tanışmasının zamanı gelmişti. Sevgilisi Helena Christensen için yazdığı Heaven Sent gibi yumuşak parçaların yanında daha çok tehlikeli bir bıçak gibi parlayan Taste It parçası hem sözleri hem de sadece dönemi değil tüm zamanlar için “cesur” sayılabilecek klibiyle; MTV’nin yasaklı listesinde kendisine yer buldu.

Hutchence magazinle uğraşmak yerine üretkenliğinin en yüksek olduğu dönemleri değerlendirmeyi tercih ederek 1993 yılını da boş geçirmedi. Full Moon, Dirty Hearts albümü ile bir önceki albüme göre daha yüksek bir grafik yakalayan INXS, albümün tümü için çektikleri kliplerden oluşan bir de  Album Visual yayınladı. The Gift parçası ise Hutchence’ın politik yönünü dinleyiciye tanıtmakla kalmadı; yine aynı derecede politik göndermeler içeren klibiyle MTV’den bir veto daha yedi. Yine de Kick’i yakalayamamış olan 90’lar gençliğine Hutchence ya da INXS sorulduğunda “klipte durmadan yürüyen grup elemanları ve patlamaları” hatırlayacaklardır.

Tabii tüm bu vetolara ya da özel hayat dedikodularına rağmen, albümde bulunan Ray Charles düeti Please, You Got That… parçası, Hutchence’ın tüm bu popüler kültür klişelerinin ötesinde efsanelerden geri kalmayacak bir vokal yeteneği olduğunu da kanıtlıyordu. Bu albüm sonrasında uzun bir süre mola vermek istediğine karar veren Hutchence’ın aslında en zorlu dönemi bu sırada başlayacaktı.

90’ların ünlü müzik programı sunucusu Paula Yates’i (kendi döneminin Alexa Chung’ı denebilir) o dönemlerde tanımlamak için şu anahtar kelimeleri kullanmak yeterliydi: Bob Geldof‘la evli, iki çocuk sahibi, halkın gözdesi ama en çok da Big Breakfast adlı programda ünlü yıldızlarla yatakta yaptığı çok izlenen röportajlarla ünlü…

1995 yılında Hutchence’ın da programa katılması ise sonun başlangıcı oldu sayılabilir. Yayın boyunca birbirlerine fazlasıyla yakınlaşan ikili yayın bittiğinde çoktan İngiliz tabloid gazetelerinin bir sonraki gün kapaklarını süslüyorlardı bile.

Tabii tüm bu dedikodular Hutchence’ın Helena Christensen ile ilişkisini bitirdi. Olayın Paula Yates yönü ise daha sancılı geçti. Bob Geldof her ne kadar yalvarsa da; Yates ve Hutchence yeni bir aşka yelken açmıştı bile. O dönemde bu aşk üçgeni gazete kapaklarından kitaplara; her yerde en ince ayrıntısına kadar yer alırken çiftin bir de çocukları oldu. Hutchence ise özellikle İngiliz tabloid basınına asla alışamayacağının altını her fırsatta çiziyordu: “Biliyorum, her şey aşkta ve savaşta adil olmakla ilgili ama artık oynamayı bırakıp ortaya kendiniz olarak çıktığınızda olay her zaman bir gazetenin kapağında son buluyor. Hayatınızın bu şekilde radar altında olduğunu bilmek korkunç.”

Uzun süredir INXS’in aktif kariyerine dair bir şey yapmayan ve kendi deyimiyle Bob Geldof’un tacizleriyle baş başa kalan Hutchence için yeniden doğmanın vakti gelmişti. Bu tabii ki yeni bir albüm anlamına geliyordu.

O zamanki ruh haline oldukça uyan Elegantly Wasted ve aynı adlı single, 90’ların ikinci yarısına adını kaliteli işlerden biri olarak yazdırdı. Saçlarını siyaha boyayıp daha farklı bir stile bürünen Hutchence’ın kişisel hesaplaşmalarına daha fazla yer veren bir albümdü bu, tabii daha muzip yollarla…

Bir ödül töreninde hem grup hem de o dönemki ilişkisi hakkında atıştığı Oasis’e istinaden; Elegantly Wasted’ın nakarat kısmında aslında sözlerin “better than Oasis” şeklinde olduğu yıllardır konuşulan INXS efsanelerindendir.

Ama tabii tüm bu göndermeler bir yana, şarkılar baştan sona bir özeleştiri özelliği taşıyordu. Bunun için sadece albüme adını veren şarkıya bakmak bile yeterli; “tüm o ışıltıların altına nereye koşturduğunu bilmeden; mahvolmuş ama hala elegan…”

Tekrardan hayatında istediği tempoyu bulan, sık sık büyüdüğü Hong Kong’a giden, albüm için olumlu eleştiriler alan, turnelerinin biletleri yeniden dakikalar içerisinde tükenen; dönemin ünlü Box Office filmi Face-Off’un soundtrack’ini hazırlayan Hutchence ve INXS tekrardan o eski coşkulu günlerine geri dönmüş görünüyordu. Daha doğrusu 22 Kasım 1997 gecesine kadar.

Provalardan çıkıp otel odasına kapanan Hutchence’ın o gece odasında ne yaşandığını kimse bilmiyor. Ortada, isminin duyulduğu her ortamda olduğu gibi dedikodular var. Ancak tüm bunlar o gün alınan ölüm haberiyle önemli bir dönemin bittiği sonucunu değiştirmiyor.

INXS, farklı solistler ile yola devam etmeyi denese de, grubun kemik kitlesi –tahmin edilebileceği üzere- yeni isimleri kabullenemediSonuçta kimse Hutchence kadar ‘gerçekçi’ bir frontman olamayacaktı. “Tüm bu şöhret bana isteniyormuşum ve çok seviliyormuşum gibi hissettiriyor. Herkes böyle bir hissi ister.”

Geriye kendisine has sesinin eşlik ettiği sayısız parça, hala ilham alınabilecek onlarca performans, an ve hayranları için sayısız anı bırakan Hutchence’ın kendisi nasıl hissediyordu bilinmez ama 37 yıllık yaşamında gerçekten “çok sevildiği ve istendiği”; Avustralyalı herhangi bir isme favori grubu sorulduğunda alınacak cevap kadar kesin!

Zeen is a next generation WordPress theme. It’s powerful, beautifully designed and comes with everything you need to engage your visitors and increase conversions.

Top 3 Stories

Daha Fazla İçerik
Her Rocker’ın “Çeyizinde” Bulunması Gereken Filmler