Nereden nasıl başlanır bilemiyor insan. Hepimizin bildiği bir şehir, hepimizin bildiği bir küresel etki ve hepimizin hayatına etki etmiş bir ses…
15 yaşındayken okuldan atılan, mezar soygunculuğu dahil pek çok iş yapan ama sonrasında düzenli olması için Seattle’ın en ünlü restoranlarından birinde çalışmaya başlayan Cornell, sık sık sevdiğini söylediği bu işini aslında geleceği için bir deneme tahtası olarak kullanıyordu.
Bazen sevdiği şarkıları pişme süresi olarak kullanan Chris Cornell, günün sonunda tüm çalışanlar eğer restoranın en sonundaki masaya oturmuşsa; o gidip tek başına hemen yanlarındaki koltuğa oturmayı tercih ediyor; sonrasında ise hepsinin teker teker ona dönmesini bekliyordu. Bir keresinde 2 ay boyunca çalışma arkadaşlarıyla konuşmayan Cornell, bunun onları tam olarak ne zaman delirme noktasına sürükleyeceğini merak ettiğini söylüyor bir röportajında. Kovulmaya kadar yaklaşmıştı ama onu ilgilendiren bu değildi. Önemli olan insanlar onunla iletişim kurmayı ne kadar istiyordu? Ya da farklı olduğunu anlamışlar mıydı?
Çocukluk yıllarında karşı komşularının taşınırken bıraktığı The Beatles plaklarını sahiplenip dinlemesiyle başlayan müzik tutkusunu 1984 yılında tam zamanlı işi haline getirdi. Hiro Yamamoto ve Kim Thayil ile tanıştığı dönemde de hayatına (aslında bayağı bir süre sonra değiştirecek olan) şekil verecek başlangıç çizgisini geçmiş oldu. Heyecanla başlayan grup süreci bir kaç beste sonrasında Hiro Yamamoto, kimya mühendisliği uğruna projeden ayrılır. Yamamoto’nun ardından gruba katılan Jason Evermann’ın da kaderi aynı olur. Neyse ki felsefe mezunu olan Kim Thayil‘in grubu ve Cornell’i bırakma gibi bir niyeti yoktu. Grup, Ben Shepherd‘ı da aralarına katarak yol almaya devam ederken Chris Cornell de giderek sahne karizmasıyla kendisinden söz ettiriyordu. Dönemin müzik dergilerinin yazdığı gibi; bir rock yıldızının sahip olması gereken her şeye sahipti. Özellikle de simsiyah, şarkı söylerken yüzünü kapamak için kullandığı upuzun saçlara…
Dönemin Details dergisinin müzik yazarı; küçük bir sahnede Soundgarden’ı ilk kez izlediği zamanı anlatıyor: “Küçük bir seyirci grubu vardı, 30-40 kişi kadar. Dans etmiyorlardı. Şarkılara eşlik etmiyorlardı. Sadece öylece durup, Chris’i hayatlarında gördükleri ilk mucizeymiş gibi izliyorlardı.”
Loud Love’da bantlarla kapladığı kaprisiyle bir oradan bir oraya atlayan çocuk; 1991 yılına gelindiğinde daha da sert bir stile sahiptir artık. “Badmotorfinger” albümü, MTV’nin göz bebeği olmalarını ve Chris’in artık posterlere terfi etmesini de müjdeler.
90’ların diğer rock yıldızlarına oranla Chris Cornell’in daha sağlıklı bir aşk hayatına sahip olduğunu söylemek mümkün. İlk aşkının kendisini elinden bıçakladığı, bir diğer sevgilisinin ayrılması durumunda kendisini ve annesini öldürmekle tehdit ettiği düşünülürse; Cornell’in 20’lerinin başlarındayken evlenmesini -hayatındaki pek çok şey gibi- bir sürpriz olarak karşılayabiliriz. Soundgarden‘ın yanında Alice In Chains‘in de menajerliğini üstlenen Susan Silver ile evlenen Chris Cornell, o dönemde Silver’dan ruh eşi olarak bahsediyor. Ama bu konuya sonradan dönmek gerek.
1991 yılında MTV’nin sıkça döndürdüğü; kızıl kumlarda uçuşan saçlar eşliğine Chris Cornell’in oradan oraya zıpladığı klibiyle “Outshined“, grubun tam anlamıyla uçuş bileti oluyor. Aynı yıl Guns N’ Roses tarafından alt grupları olmaları için teklif alıyorlar. O dönem oldukça merak edilen “sır perdesinin ardındaki grup” olma özellikleri sayesinde birbiri ardına verdikleri röportajlarda; kısa sürede “ne olursa olsun laflarını sakınmayan” bir topluluk olarak nam salıyorlar. Tabii bunda en çok pay; düşünmeden konuştuğunu kendisi de kabul eden Chris Cornell’e ait. Cornell: “Guns N’ Roses’ın alt grubu olmanın en iyi yanı mı? Kesinlikle yemek servisi!”
“I’m Looking California And Feeling Minnesota’”
“İlk kez kişisel bir şey yazmaya başladığım zaman mı? Bir keresinde konser sonrasında kendimi berbat hissediyordum. Aynanın karşısına geçtim. Kırmızı bir tişörtüm ve bol bir tenis şortum vardı. Şu California çocuklarına benziyordum. Sonrasında sözler ortaya çıktı. ‘I’m looking California and feeling Minnesota’… Şimdiye dek yazdığım en aptalca şeylerden biri olduğunu düşünüyordum. Turneye çıkıp da herkesin bu cümleyi hep bir ağızdan söylediğini duyduğumda ise şok oldum. Böylesine kişisel bir şeyde bunca insan ne bulmuş olabilirdi? Ama belki de olay buydu, kişisel olması bir şekilde düğmeye basmıştı.”
91 yılında bir diğer dönüm noktası olan şey ise; bir yıkımın sonrasında gelecekti. “Temple of the Dog” albümü…
Chris Cornell’in oda arkadaşı Mother Love Bone’ın solisti Andrew Wood‘un ölümünün ardından kurulan Temple of the Dog, hem sonradan Cornell’in en yakın dostu olan Eddie Vedder’ın yükselişini hazırladı hem de 10 yılın ardından ilk solo albüm çalışmalarına başlayacak olan Chris Cornell’e o dönemde SG’de yaptığı metal etkileşimli vokaller dışında da sesini gösterebilme imkanı tanıdı. “Searching With My Good Eye Closed“da şeytani şekilde tınlayan adam, “Call Me A Dog“daki vokali için “melek gibi” yorumları alabiliyordu.
Bunu takip eden ve insanların Seattle’ın sound’unda Nirvana’nın da ötesini keşfetmek istediği yılda, Cameron Crowe‘dan dönemin kimliğini belirleyecek olan Singles filmi geldi. Filmin güzelliği Seattle’ın ünlü gruplarını barındırması ve yine o dönemde çok büyük hit olacak bir soundtrack albümünü barındırmasıydı. Filmde dikkat çekecek derecede rolü olan iki Grunge ikonu vardır: Eddie Vedder ve Chris Cornell.
Alone In The Superunknown
1994 yılı tam anlamıyla patlama noktası oldu. “Superunknown” albümü sadece grubun değil, müzik tarihine de damga vurdu. Soundgarden artık bir grunge grubu; Chris Cornell ise grunge ilahı olmaktan çok daha fazlasıydı. MTV’de dönemin en çok gösterilen klibine sahip “Black Hole Sun” ve “Spoonman“; o yılın Grammy’lerini topladı. Sahnede ise artık saçlarını kestirmiş, yüzünü saklamayan, takım elbiseli bir Chris Cornell vardı.
Peki bir noktada hayatlarını değiştiren “Black Hole Sun”ı Cornell nasıl yazmıştı?
“Sabahın 4’üydü. Araba sürüyordum, radyo açıktı. Birden aklıma melodiyle birlikte sözler geldi. Sözleri yazdım, melodiyi kaydettim. Stüdyoya girdiğimde ise tekrar melodiyi açıp dinleme gereği duymadım, zaten hep aklımdaydı.”
Bir çokları için yazdığı şarkı sözleri anlaşılmayan bir “yeni” popüler kültür öğesi, bir çoğu için ise imgeselleştirme yeteneği ile gerçek bir şair olan Chris Cornell hakkında kimsenin yanılmadığı tek bir şey vardı: O da kusursuz vokal yeteneği…
“Kelimelerle bir durumu açıklamaya çalışmıyorum. Kelimeler benim için birer renk ve ben onlardan her şarkıda bir tablo yapmaya çalışıyorum.”
Her zaman yenilikten hoşlandığını söylese de eski oda arkadaşı Andrew Wood‘un bir restorandan çaldığı çatalı kolye olarak boynunda taşıdığı o dönemlerde; Chris Cornell pek çokları için eski ve yeninin çok güzel bir harmanıydı. “An”ın en büyük grunge tanrılarından biri, aynı zamanda son albümleri “Superunknown” ile 70’lerin hard rock ve punk etkilerini birleştirebilmiş bir grubun lideriydi.
Evinde uyuya kalacakken yan odadan gelen hışırtılar üzerine gidip baktığında gördüğü her yanı kana bulanmış can çekişen kuşu daha fazla acı çekmesin diye öldüren ve ardından “Like Suicide“ı yazan Cornell; bunun gibi albüme dair verdiği pek çok ilginç anekdotla hayranlarının kalbinde daha da özel bir yer edinmeyi başarmıştı.
“Eğer depresif gibi görünen bir şarkı yazmışsam, bu beni daha iyi hissettiriyor. Bunu açıklaması çok zor. Mesela gençken bir odada ışıkları söndürüp kendi kendime Killing Joke ya da Bauhaus gibi isimlerin karanlık müziklerini dinlerdim. Bu tarz şarkılar beni asla depresif hissettirmezdi. Sadece iyi hissettirirdi. Mesela bir korku filmi izledikten sonra gidip annenizi banyoda öldürmeye mi çalışıyorsunuz? Bu tarz şarkılar bir bakıma canlandırıcı. Bu tarz karanlık insanların en savunmasız oldukları anda nasıl hissettiklerine dair şarkılar yazması her zaman dikkat çeker. Etkileyici, çünkü dürüst olduğunuzda işler biraz daha tehlikeli hale geliyor.”
“Superunknown”un üzerindeki “karanlık enerjiyi” pek çok kez röportajlarında farklı şekillerde açıklayan Chris Cornell, eğlencenin her zaman kahkaha ya da gürültüde olmadığını vurguluyordu.
“4th July”da üst üste binen iki ayrı vokal gibi; Cornell de hayranlarına yeni bir yüzünü göstermeye hazırlanıyordu.
Down On The Upside
Başarılı bir turne, MTV’de saat başı yayımlanan klipler, “Headbanger’s Ball”da birbiri ardına çıktıkları yayınlar derken Chris Cornell için her şeyin tek düze geleceği dönemler de yaklaşıyordu. Grubun 1996 tarihli “Down On The Upside” albümünde de bunu hissetmek mümkün. Susan Silver sonrasında o günleri şöyle anlatmıştı: ” Grupta herkes kendi halinde takılıyordu. Kim Thayil bir nevi sözcü gibiydi, röportaj veriyordu. Ben Shepherd’ın uyuşturucu problemleri vardı. Chris hiçbir şeye bulaşmak istemiyordu. Bu dönemde tüm grubu ve Chris’i sırtlanıp liderlik yapma görevi Matt Cameron’a kalmıştı.”
Albümden “Burden in My Hand” ve “Blow Up the Outside World” gibi iki büyük hit çıksa da “Down On The Upside” bir türlü beklenen popülerliğe ulaşamadı. Cornell’in uzun süredir sinyalini verdiği ayrılma haberi ise 1997 yılında geldi. Artık Chris Cornell istediği özgürlüğe kavuşmuştu.
Asıl sürpriz ise 1999 yılında geldi. Düzleştirdiği, dönemin boyband’lerini andıran saç kesimi ve giyim stili ile Cornell, önceki işlerine taban tabana zıt daha “soft” bir solo albümle çıktı hayranlarının karşısına: “Euphoria Morning“.
Eşi Susan Silver ve Seattle tayfası başta olmak üzere kimsenin pek beğenmediği ve ticari açıdan da başarısız olan bu albüm, her ne kadar sonradan hak ettiği değeri görse de 1999 yılında oldukça sert yorumlarla karşılaşmıştı. Ritalin ve Prozac arasında sıkışıp kalmış olan neslin sesi olarak görülen Chris Cornell, bu kadar romantik bir albümle geri dönebilir miydi?
Albümün başarısızlığı ve Cornell’in Soundgarden günlerindeki ilgiyi yakalayamaması, özel hayatına da etki etti. Eşiyle -belki de evliliklerini kurtarma amaçlıydı, kim bilir- 2000 yılında Lillian Jean adında bir kız çocuk sahibi olan Cornell için tekrardan inziva günleri başlamıştı.
Cenazesine ona ithafen platin rengine boyadığı saçlarıyla katıldığı; Seattle dörtlüsünün bir diğer önemli ismi olan Layne Staley’nin vefatıyla Cornell, daha fazla zaman kaybetmemesi gerektiğini anladı. Eşinin önerisiyle, her zaman “daha iyi bir vokali olsa nasıl olurdu?” diye düşünülen Rage Against The Machine‘e katılacaktır.
1980 ve 1990’ların parlak ve şatafatlı günlerinin de bitişiyle birlikte; dönemin dağılan gruplarından çıkan rock yıldızlarının kendilerini birer birer “süpergrup”lara attığı dönemde Tom Morello, Brad Wilk ve Timmy C üçlüsüyle Chris Cornell, beklenmeyecek derecede büyük bir başarı yakadı.
İlk albümlerinde Pink Floyd için de kapak tasarlayan Hipgnosis ile çalışırlar. Albümün prodüktörlüğü ise Rick Rubin aittir. Üstüne üstlük Chris Cornell 99 yılındaki görüntüsünü üzerinden silip atmıştır.
2000’lerin stiline Von Dutch yazılı jean ve atletleri; afili saç kesimi ve sarı meçleriyle (!) ayak uyduran Cornell, izleyicilere özledikleri lider ve esip gürleyen vokalist yönünü yeniden gösterir. Hatta belki de daha önce olmadığı kadar güçlü bir şekilde.
Grubun 2002 yılında David Letterman Show‘un balkonunda caddeye karşı verdikleri konser belki bu yüzden bu kadar ikoniktir. Bu “halka açık ve öfkeli” performans hem Soungarden hem de RATM köklerini simgeler aynı zamanda.
Kendi adlarını taşıyan debut albümleri, her iki taraf için de “tam bir geri dönüş” albümü olmanın yanında kısa sürede kült mertebesine erişmesini sağlayan hit’lerle de doluydu. “Cochise“, “Show Me How To Live“, “Shadow of the Sun“, “I am The Highway” ve belki de en önemlisi; 2000’li yılların sonrasında da gerçek bir rock hit’i çıkabileceğini kanıtlayan “Like A Stone”
Kendisini kısa sürede kabul ettiren, asla supergroup olarak anılmayan, bu samimiyeti hissettiren ve konser biletleri kısa sürede tükenen Audioslave dönemi Chris Cornell’a aynı zamanda yeni bir evlilik de getirdi. Paris’te tanıştığı Yunanlı zengin bir aileye mensup olan Vicky Karayiannis ile evlenen ve aynı yıl içinde bir kız çocuk sahibi olan Cornell’i eş zamanlı olarak ardı arkası kesilmeyen davalar bekliyordu.
Boşanma süreci ve mal paylaşımı sancılı geçen Chris Cornell, sonrasında eski eşini tüm Grammy ödüllerini ve gitarlarını saklamakla suçlayıp dava etti. Bu süreçte eşinin peşinden gidip Paris’e yerleşen Cornell, aynı zamanda ilk eşinden olan çocuğuyla bu yüzden çok sık görüşmediğini de itiraf ediyordu.
Bu sırada grubun tutan formulü, 2005 yılında “Out of Exile” albümüyle yeniden denendi. Sonuç; rock endüstrisi yeni bir marş daha kazanmıştı: “Be Yourself“.
Bu kez daha geniş çaplı bir dünya turnesine çıkan grup, aynı zamanda daha da fazla risk alır. Diğer tüm elemanlar sahnede Loud Love’ı çalarken; Chris Cornell de her konserde “Killing In The Name” başta olmak üzere pek çok RATM şarkısını seslendirmekten geri durmuyordu. Albümden çıkan; Katrina Kasırgası ve Bush hakkındaki “Wide Awake” parçası ile yıllar sonra tekrardan politik sözler yazabildiğini gösteren Cornell, Audioslave‘in artık tamamiyle kimyası birbirine örtüşen gerçek bir grup olduğunu kanıtlıyordu.
Bunu takiben çıktıkları turne kapsamında verdikleri Küba konseri ile müzik tarihine bir ilke daha imza attılar. Konser DVD’sinde grubun şehri keşfi sırasında; Cornell’in nasıl mutlu olduğu rahatlıkla görülebilir. Aynı yıl Kerrang için grup olarak vermek istedikleri bir röportajda nasıl ölmek istedikleri sorulduğunda Chris şöyle cevap veriyordu: “Yaşlı ve pek çok zafer kazanmış şekilde.”
2006 tarihli “Revelations” albümünden çok kısa süre sonra ise Chris Cornell yaratıcılığını gösteremediği ve fikir ayrılıkları yaşadığı gerekçesiyle Audioslave’i bırakır.
Bir röportajında “Bazı şeyler yavaş yapılınca daha güzeldir; mesela içmek, seks yapmak veya saat başına ücret aldığınız bir iş… Ama ben hayattaki çoğu şeyi ‘hızlı’ tercih ederim. Sürekli kendi momentumumuzu yakalamaya çalışıyoruz. İnanılmaz derecede hızlı şarkılar yazıyoruz, canlı çalmaya başladığımızda daha da hızlanıyorlar. Müziğimizdeki bu hız aynı zamanda araba sürerken dinlemek için harika albümler yaptığımızı kanıtlıyor. Ama arabanızı mahvederseniz bize dava açmayın” diyen Cornell; belli ki kariyer konusunda da aynı hızda adımlar atmayı seviyordu.
Audioslave ayrılığı sonrası James Bond için hazırladığı “You Know My Name” şarkısıile ismini ikonik Bond müzikleri arasına altın harflerle kazır. Soundgarden konserleri sırasında arkasındaki tel örgüleri parçalayan çocuk artık büyüyüp film galasında kraliçenin elini sıkıyordur.
John Varvatos markası için modellik yapar, erkek dergileri için moda çekimleri gerçekleştirilir, Paris’te eşinin erkek kardeşiyle Black Calvados adında lüks bir restoran açar, orta halli bir albüm olan ikinci solo çalışması “Carry On“u çıkarır… Hatta bu albüm kapsamında çıktığı turne ile 2007 yılında Türkiye’ye gelir, medyada da sıklıkla yer alır. Konser öncesi verdiği bir röportajdan şu cümleler; bir rockstardan çıktığı düşünüldüğünde akılda kalıcıdır: “Çocuklarımız tabii ki biz yaşlandığımızda bize bakmak için varlar.”
2009 yılında asıl bomba gelir. Timbaland işbirliği ile çıkarılmış olan “Scream” albümü; fan forumlarından dönemin müzik dergilerine dek büyük yaygara koparır. Chris Cornell defalarca bu albümün öznesi değil objesi olduğunu söylese de hayranları Fashion Rocks etkinliğinde Pussycat Dolls ile birlikte sahneye çıkmasını kaldıramaz. Trent Reznor gibi müzisyenler bile sosyal medyadan alaycı bir dille albümü eleştirir. Cornell için köklere dönme çanları artık çalmalıdır.
2010 yılında belki de herkesin tahmin ettiği senaryo işledi; Soundgarden orijinal kadrosuyla yeniden bir araya geliyordu. Saçlar ve sakallar yeniden uzatılır, dolaba -yeniden skinny pantolonlar, düz tişörtler ve deri ceketler giymek suretiyle- çekidüzen verilir. Geri dönüş ise tam kendilerine yakışır şekilde olur; Avengers filmi için hazırladıkları “Live To Rise” parçası hem başarılıdır hem de herkes tarafından sevilir.
Grunge tanrıları geri döndüğüne göre artık bizi yeni bir albüm beklemektedir. Geçmişe dönük bir koleksiyon olan Telephantasm ile küçük bir özet geçen grup; yeni albümleri “King Animal” ile kendi lezzetlerini 2000’li yıllara da taşımayı başarır. Bu sırada Machine Gun Preacher, 12 Years A Slave gibi filmler için solo kariyerinde benimsediği daha yumuşak tonlarda parçalar üretmeye devam eder Cornell. 2015 tarihli “Higher Truth” albümü ise diğer solo albümleriyle aynı kaderi paylaşır. Takdir edilir ancak başarılı olmaz.
2016 ve devamında 2017’yi ise beklentilerle dolu olarak saymak mümkün. Promise filmi için parça yapar aynı zamanda çocuklar için kurduğu vakıfta daha aktif çalışmaya başlamıştır. Soundgarden’ın yeniden turnelere başlamasını takiben bol bol stüdyodan fotoğraflar paylaşır. Herkesin 2017’de yeni bir SG albümü geldiğine dair inancı tamdır. Ta ki 18 Mayıs‘ta alınan habere kadar.
Burada haberi yeniden tekrar etmenin bir manası yok. Kaldı ki kendisinin geride bıraktığı her şeyle ölümsüzlük sınırını zaten yıllar öncesinde aştığı düşünülürse bu gereksiz olur… Düşünülmesi gereken tek bir şey var. Belki de solo kariyerinin bu kadar benimsenememesinin nedeni de buydu; insanların gözündeki Chris Cornell asla başkasına bağımlı olan ve bununla ilgili kararlar veren bir romantik değildi. O asla “Can’t Change Me” klibindeki kendisini başka biri için yakan adam olamazdı. “Show Me How To Live”deki başına buyruk, güçlü ve cesur adamdı Cornell. Yine her zamanki gibi herkesi şaşırtmış olan…
NOT: Bu yazıyı, Chris Cornell’in vedasının ardından Rave Mag için kaleme almıştım. Şimdi dönüp bakınca beni en tatmin eden yazılarımdan birinin bu olmasına üzülüyorum.