Hipnotize edici bir deneyim: Jack White İstanbul Konseri

Az sonra okuyacaklarınızın öncesinde biraz spoiler vermek isterim. Evet, hem de iki kelimeyle: Hipnotize edici!

7 Kasım gecesi, şu sıkıcı sonbaharıma/ sonbaharımıza tekrar neşe ve enerji getiren harika adam Jack White‘ın konseri kuşkusuz hayatıma yeni bir soluk ve bolca ilham getirdi.

Ama öncesinden bahsetmekte tabii ki yarar var.

7 Kasım sabahı oldukça heyecanlıyız. Bir gece öncesinde gece 2’ye kadar zor kararlaştırdığımız kıyafetlerimizi üzerimize geçirmeden önce aklımızda hala kaçta buluşuruz, nasıl ulaşırız gibi sorular var.

Neyse ki elimizi çabuk tutuyor ve yola koyuluyoruz. Ben ve konser arkadaşlarım, hepimiz birbirimizden öylesine farklı ve tek ruh olmuş haldeyiz ki; resmen Powerpuff Girls‘e benziyoruz. Uzak bir lokasyonda yer almamız ve sahne önü kapma amaçlarımız nedeniyle saat 14.00 sularında yolculuğumuz başlıyor.

Herşey bu kalabalıkla tek ruh olmak için.

 CLICK HERE FOR ENGLISH VERSION!

İyi ki de başlıyor, çünkü sanki inat edermişçesine metrobüs oldukça yavaş ve kalabalık. Bu da bizi yıldırmıyor, VW Arena‘ya daha da yaklaşıyoruz. Ancak ulaşmamız hiç de kolay olmuyor. Ucu bucağı olmayan bir yolda Volkwagen Arena‘ya ulaşma umuduyla yürürken, önümüzde kendime rakip olarak gördüğüm bir çifti koşup önlerine geçerek alt ediyorum. Ancak koştuğum yol bitmiyor, bir de üstüne arkamda kalan ve sonradan çok sevimli turistler olduğuna kanaat getirdiğim rakiplerim de bana soruyor konser alanına nasıl ulaşacaklarını. Tabii ki vicdan yapıyor, üzülüyorum.

Hiç sona ermeyecekmiş gibi görünen yürüyüşün ardından; eski adıyla Black Box, yeni adıyla Volkswagen Arena‘ya ulaşıyoruz. Bizden önce gelmiş olan 2-3 kişi daha var önümüzde ama bizim için dert değil. Atıştırmalıklarımızı yiyip, çevrede gezinen sevimli kedilerle oyalanıyoruz.

 

 

Saat 4’te girdiğimiz konser sırası, saat 5’e doğru oldukça uzuyor, sonu gözükmüyor. O güzel akşamda sırada beklerken, bir yandan günün konusu olan konser dışında her konudan gevezelik ediyor bir yandan gelen kalabalığı inceliyorum. Herkes sözleşmiş gibi Jack White’ın The White Stripes dönemini referans almış. O dönemdeki saç kesiminden giydikleri kırmızı-siyah kıyafetlere kadar kocaman bir TWS kitlesi söz konusu. Bunun için sevinsem mi, yoksa sadece bir Seven Nation Army kitlesiyle mi karşı karşıyayız buna mı üzülsem; karar veremiyorum.

Sonsuza kadar sürecek gibi duran bekleyiş nihayet sona eriyor ve kimliklerimizle birlikte biletlerimizi görevlilere uzatıyoruz. (Zaten şu 18 yaş sınırını hayatımboyunca anlayamadım) Bilekliklerimiz takılıyor ve salona doğru deli gibi koşmaya başlıyorum. Ve zafer! Nihayet sahnenin en ama en önünde, tam mikrofonun karşısında, en ortada konuşlanıyoruz arkadaşlarımla birlikte.

 

 

Yerimizi sağlama aldıktan sonra etrafı inceliyorum. VW Arena gerçekten harika bir yer. Atmosferiyle ve ses sistemiyle nihayet “olmuş” bir konser alanımız var!

6’da girdiğimiz konser alanında bizi 8’e kadar havaya sokan Radyo Eksen Dj‘i oldukça harika bir iş çıkarıyor. Ama biz sahne önünde kısılı kaldığımızdan hareket bile edemiyoruz zira çevremiz resmen kuşatılmış halde. Başka bir deyişle arkamızda bağdaş kurup oturmuş, karınca sürüsü gibi yüzlerce hayran var.

 

 

Saat tam 20.00’de Umut Adan sahne alıyor. Daha önce dinlediğim bir isim olmadığı ve bir an önce Jack’e ulaşma isteğimin doruk noktasına ulaşması nedeniyle baştan oluşturduğum bir önyargım olsa da, performanslarının ilk dakikalarından itibaren bu önyargılarım kırılıyor. Ekibin birbiriyle uyumluluğu, seyirciyle iletişimleri ama en önemlisi pozitif enerjileri bir harika. Şarkılara eşlik edemesem de enerjileri fazlasıyla yetiyor.

Saat 9’a doğru Umut Adan “tuttuğunuz altın olsun” diyerek sahneden iniyor, önümüzde dev bir perde kapanıyor ve bir sis makinası görevine başlıyor. Tüm konser alanı aniden masmavi bir hal alıyor ve dev perdenin arkasında ne olduğunu görememek beklediğimiz süreyi sanki daha da uzatıyor.

 

 

Gölgelerden perdenin arkasında neler döndüğünü anlamaya çalışıyor, arada da durduk yere alkışlıyoruz. (Alkışların sebebi muhtemelen ‘aha çıktı çıkıyor’ şeklindeki birkaç yanlış alarm)

Ben Jack White’ın shadow stripper olaylarına dalacağı fikrini ortaya atıyorum, bu fikrim pek de olumsuz karşılanmıyor.

En sonunda bir adam çıkıyor ve belki de şimdiye dek duyduğum en mantıklı cümleleri sarfediyor. Bunun sadece o konserdeki kişilerin yani bizlerin deneyimleyebileceği çok ama çok özel bir an olduğunu ve bunu telefon ekranından izlemenin anlamsızlığını vurguluyor. (Ki tüm salon, konser boyunca bu sözlere uydu. Yani evet hepimiz elbette fotoğraf çektik ama 1 ya da 2 tane yetti.)

 

 

En sonunda istediğimiz oluyor. Evet inanın burada, o anı düşündükçe heyecanlanıyorum. Hem de deli gibi.

Jack White karşımızda. Hem de en grand tuvalet haliyle. Tanrım bu adam böylesine güzel miydi?

Ama ayrıntılara geçmeden önce, ilk etkilendiğimiz nokta sahne oluyor. Masmavi sahne aynı anda hem enerjik hem huzur verici. Jack White’ın en kırmızı ve en siyah dönemlerini kaçırmış olabiliriz (ki o günler elbet geri gelir) ama bu en “mavi” dönemini yakalamış olmak da fazlasıyla mutluluk verici. Neye uğradığımızı anlamadan büyük bir enerjiyle konserine başlıyor Jack.

 

 

High Ball Stepper ile anın heyecanını en doruk noktada yaşıyoruz. Ben sürekli olarak heyecandan önümdeki demirlere tırmanma peşindeyim. Jack çalıyor biz uğulduyoruz.

Ama meğer bu hiçbir şeymiş. Dead Leaves and the Dirty Ground‘u duyduğum anda attığım çığlık kendi kulaklarımı bile patlatmaya yetiyor. Bu parça benim için çok özeldir, o gece o salonda Jack White için çıldırma nedenim bu parçadır. Aynı zamanda The White Stripes ve akabinde Jack White’ı tanıma nedenim de…

 

 

Neyse ki tüm salon da benimle aynı düşünüyormuş ki, o dünyanın en iyi riff’lerinden birine sahip olduğuna inandığım parçada bir ayin gibi kendimizden geçiyoruz. Hayatımın en yalnız hissetiğim döneminde keşfedip sarıldığım bu parçayı, şimdi binlerce kişiyle ve en yakınımdaki sevdiklerimle birlikte bizzat Jack’e eşlik ederek dinlemek beni daha da çok gaza getiriyor. Akıntıya kapılıp gitmiş gibiyken Lazaretto‘yu duymamızla birlikte salonun da sallandığını hissediyoruz. Kafalarımız, kollarımız ve geri kalan her şey zaman ve mekandan alakasız olarak hareket ediyor tüm parça boyunca. Gerçekten canlı enerjisi çok ama çok farklı bir parça.

 

Selam ben karede kısmen yer alan kız.
Selam ben Jack’e kilitlenen kız.

 


Hotel Yorba‘yla geçmişe selam çakıp Temporary Ground ile devam ediyoruz. Bu arada bir parantez açıp belirtmek gerekir ki; herkes ayrı sevdi, ama özellikle erkekler Lillie Mae Rische‘ye ayrı aşık oldu. Hem güzel hem naif görüntüsü hem de yeteneğiyle sahneye inanılmaz yakışıyor.

 

 

Alone In My Home‘da da kendimizden geçme işlemini tekrarladıktan sonra kalabalığın bir başka yükseliş noktası Would You Fight for My Love?‘ da yaşanıyor. Son albüm Lazaretto‘dan çıkıp da herkesin istisnasız sevdiği bu parçaya son sesimizde seve seve eşlik ediyoruz. Bu parçaya eşlik ederken sözleri düşünme fırsatımız oluyor. Dolayısıyla bir kez daha bir parantez açmak zorunda kalıyorum. Bu kez Jack için.

 

 

Jack White zaten şu güne kadar severek dinlediğim ve görüntü olarak da fazlasıyla beğenip aynı zamanda da sevimli bulduğum insanlardandı. Ama yakından görmek tabii ki çok daha başka, ki korkularım da yok değildi beğenimi boşa çıkarabileceğine dair.

Ama korktuğum gerçekleşmedi. Görüntü olarak uzun boyu, gamzeleri ve güzel yüzüyle resmen kendisini bulmuş bir ilah vardı. Yaşını hiç göstermemesi bir ayrı şaşkınlık konusu. Konser boyu sürekli olarak kendisini oyuncak ayıya benzetmek ve eve götürme planları yapmak en önemli tartışma konularımız arasındaydı. Bununla birlikte enerjisi inanılmaz derecede pozitif ve içten biri. Konser boyu tüm salonun suratında bir sırıtışla izlemesinin en önemli nedeni de buydu.

 

 

Konserin afişi Truva atının içinde bir Jack White şeklinde hazırlanmıştı. Oldukça orijinal ve güzel bir afişti ama bunun dışında anlamlıydı da. Zira o atın içerisinden çıkan Jack bizim için de bir sürpriz oldu. Bu kadar iyisini ben bile düşünmemiştim açıkçası.

Bir ara oturup saçlarını taramaya başladığında tüm konser salonu olarak derin bir iç çekiyoruz. Ceketini ya da kravatını çıkardığında bile alkış kopuyor. Dolayısıyla sorduğu Would You Fight for My Love? sorusuna, en kesin şekilde bir “evet” cevabı veriyoruz içimizden.

 

 

Sixteen Saltines ile yerimizde sallanıp saçlarımızı biraz daha savuruyoruz. Missing Pieces, Love Interruption ve Weep Themselves to Sleep parçalarıyla şaşkınlığımız daha da doruk noktalara çıkıyor. Bu kadar enerji fazla ama!

 

 

Ki bu enerji tüm sahnede, sahnedeki herkeste. Herkes o kadar uyumlu ve o kadar harika ki! Ve hepsi de seyirciyle o kadar harika bir bağ kurmuş durumda ki, etkilenmemek imkansız. Arkada ayrı bir gizemli duran Fats Kaplin resmen cool olmanın sahnedeki örneğiydi. Baterideki Daru Jones ağzımızı bir karış açık bııraktı. Performansı tek kelimeyle nefes kesiciydi, bununla birlikte enerjisi ve güleryüzlülüğü konser boyu bizi aldı götürdü.

Jack White ile ilk performansını o gece yaşayan Dean Fertita ise bu yazıda parantez açtığım üçüncü kişi. Kızlar olarak bu konserde, Jack’ten sonraki favorimiz odur. Hem harika bir performans hem de görüntü sergiledi, öhm.

 

Zaten Isaiah Ikey Owens‘ı kaybetmelerinin ardından verdikleri ilk konser olması açısından bir başka anlamlıydı konser. Kollarına taktıkları siyah bantlarla tuttukları yası  vurguluyorlardı. Bununla birlikte Avrupa turnelerinin ilk ayağı olması bu konseri daha da önemli kılıyordu. Ben bu konsere bakarak, Avrupa turnelerine bu şekilde oldukça harika başladıklarını düşünüyorum.

Daha sonrasında ise sanki kaçırdığımız The White Stripes dönemlerinin intikamını alırcasına en şiddetlisinden bir Icky Thump başlıyor ve biz kendimizi sonrasında bir daha bulamıyoruz… “Who’s usin’ who? What should we do? Well you can’t be a pimp and a prostitute too” cümlelerini söylerken ayaklarımızı her zamankinden daha sert bir şekilde yere vurup, yine zıplayarak destekliyoruz.

Konser boyu kurduğumuz göz kontağı, benim arada zıplamayı ve eşlik etmeyi bırakıp sadece yüzümü ellerimin arasına alıp izlemem ve bir de üstüne attığımız öpücüklere güzel gülümsemesiyle karşılık bulmamız bizi sevinçten daha da çıldırtıyor.

Ben kaptığım penanın sevinciyle daha da uçmuş bir hale geçiyorum. Penaya kutsanmış muamelesi yapıp, hemen çantama atıyorum.

We’re Going to Be Friends ve Ball and Biscuit ile biraz daha mutluluğumuzu tavan seviyelere çıkardıktan sonra, belki de en başından beri kanlı canlı eşlik etmek için can attığımız parçaya geliyor sıra. Seven Nation Army!

Böylesine evrensel bir şarkının enerjisi de büyük olur elbette. İnanılmaz, harika, muhteşem ve daha bilmediğim pek çok kusursuz kelimenin tanımlayabileceği bir performansın ardından Jack gitarını bırakıyor ve tüm ekip seyircinin önünde selam veriyor. Biz de patlamaya yüz tutmuş avuçlarımızla son güç alkışlıyoruz.
Herkes bir süre yerinden ayrılmıyor, zira neye uğradığımızı şaşırmış haldeyiz.  Toplanmaya başladığımızda bir üst kattaki after party başlıyor ancak böylesine harika bir konserin ardından kafa bunu kaldırmayacağından uğramıyoruz bile.
İşte bu noktada organizasyon hakkında da bir kaç cümle etmek gerekiyor. Tıpkı konser gibi organizasyon da beklediğimin kat kat üstündeydi. Yukarıda da belirttiğim gibi Volkswagen Arena, Türkiye’de daha fazla olması gereken bir konser alanı. Ne girişte ne de çıkışta herhangi bir sorun yaşadık. Temiz tuvaletleri, ferah yapısı ve harika görevlileri sayesinde sorun seviyesi kesinlikle sıfır! Aynı zamanda sahne önünün, sahneye yakınlığı bir harika. Bununla birlikte sahne önünde dikkat dağıtan güvenlik görevlisine hiç rastlanmaması bir diğer kusursuz bir ayrıntıydı. Kısacası organizasyon da fazlasıyla tatmin ediciydi.
Sorunsuz bir şekilde alandan ayrılırken ve bir yandan hala “yaaaa bir daha çıksın bir daha izleriiiieeem” şeklinde birbirimize bağırırken gerçek dünyaya dönmenin şokunu da o sırada yaşıyoruz. Birbizime hala Seven Nation Army bağırışlarıyla bağırıp araçlara ayrılıyoruz.
Bu masmavi ve hipnotize edici gece kesinlikle hayatıma damgasını vuran gecelerden biri. İlham verici ve güçlendirici… Kısacası artık biliyorum ki, peşindeyim Jack White. Yine gel yine izleyelin, hatta biz sana gelelim…
Bir de tıpkı senin de konserin sonunda bize dediğin gibi, Tanrı seni kutsasın…
 
NOT: Fotoğraflar ve videolar için Mesut ve Gözde’ye sonsuz teşekkürler. Onlar, bu konseri daha da güzel kılan insanlar.
Bir sonraki konsere görüşmek üzere!
MÜŞRA DEMİR

Zeen is a next generation WordPress theme. It’s powerful, beautifully designed and comes with everything you need to engage your visitors and increase conversions.

Top 3 Stories

Daha Fazla İçerik
Bir Gitar Tanrısı hakkında…