Rock Tarihinin Güçlü Kadınları

“Alanis Morisette duvarları yıktı. Sonrasında plak şirketinin kapısından içeri girdiğimde ‘Kadın…Genç…Şarkıcı…Burayı imzala,” dediler hiç düşünmeden…

Sözünü asla sakınmamasıyla bilinen Fiona Apple’ın ilk albüm anlaşmasını tanımlarken kurduğu bu cümle; bir zamanlar kadınların müzik sektöründe ne denli güçlü bir sese sahip olduğunun kanıtı. Peki o güce ulaşana kadar; rock müzik tarihinin ikonik kadınları bu piramidi nasıl kurabildi?

Rock müziği bir türden ziyade bir tavır, bir duruş olarak alacaksak; rock n’ roll kadınları listesi Aretha Franklin ya da Etta James‘e dek uzanır, ancak bu kadar köklere inmek yerine en vurucu, en sivri noktadan; yani tahmin edebileceğiniz gibi 70’li yıllardan başlamak gerek.

Stevie Nicks

Bir mihenk taşı olarak görülebilecek ebedi bohem Janis Joplin, nedense hep dalgalı saçlarını Woodstock Festivali’nde savuruşuyla hatırladığımız Jefferson Airplane‘den Grace Slick (kulaklarımıza şu anda bir White Rabbit düştü mü?), Fleetwood Mac‘in Stevie Nicks‘i ve dönemin Bratz bebekleri olan The Runaways ile 70’li yıllar, bu yazının ana konusunun hakkının veren poster kızları olmalarıyla öne çıkıyor.

Bu kısmen daha naif sayılabilecek kadınların karşı kutbunda ise, temellerini punk’a atan kadınlar var.

19. yüzyıl Fransız şiirlerini New York sokaklarından tüm dünyaya yayan Punk’ın vaftiz annesi Patti Smith, etkisi sonsuza dek sürecek albüm ve parçalara imza atıyor.

Plasmatics ile Wendy O. Williams, nedense şimdi herkesin unutmuş olduğu ya da taklit ettiği sansasyonel sahne şovları ve güçlü çığlıklarıyla Punk’ın bir başka kalesi oluyor.

Ancak yine de gerçekten güçlü bir duruş ve rockstar yaşantısı/tavrı denildiğinde; arkasına Studio 54 ve Andy Warhol gücünü de alan Grace Jones‘u da listenin tepe noktalarına koymak gerek. Bu puma ve android melezi tanrıça, 70’li yıllarda girdiği müzik piyasasındaki rock n’ roll tavrını 80’li yıllarda sinemada yer aldığı filmlere de aktararak unutulmaz ikonlardan biri haline gelmişti.

Studio 54 ve Andy Warhol’un Factory’sinin desteğiyle hayatımıza girmiş olan bir başka isim olan Blondie solisti Debbie Harry; dönemin disko toplarının altında 80’lere dek sürecek popüleritesiyle bir punk kraliçeliğine yükseliyor.

70’li yılların çiçek çocuklarının pek çoğunun uyuşturucuya kurban verilmesiyle, arda kalanlara 80’li yıllarda eklenenler pek de o alıştığımız ipek saçlı, doğal kızlara benzemiyor. 70’li yılların sonundan itibaren başını Debbie Harry’nin çektiği güruh, artık hiç olmadığı kadar vahşi ve sınır tanımaz olmak zorunda.

Glam Rock’ın hüküm sürdüğü dönemlerde, kadın müzisyenler kuşkusuz perma saçlı ve parlak taytlı groupie’lerle karıştırılmamak için farklarını ortaya koymalılardı. İşte tam da bu dönemde zirvedeki sonsuz yerini 80’lerde de sürdüren Tina Turner‘ı geçmişten gelen miraslarıyla takip eden Stevie Nicks, Heart (Ann Wilson & Nancy Wilson) gibi isimler bir yana; Kim Gordon ile Sonic Youth ve Chrisssy Hynde ile The Pretenders yeni bir dönemin açılışını müjdeliyor.

80’ler ve rock müzikte kadının rolü denildiğinde Joan Jett‘e ayrı bir kategori açmak gerek. Bad Reputation ile 1981 yılını (ve sonra daha pek çok yılı) sallayan bu kadın; müziği ve sarsılmaz duruşuyla bu listede bahsettiğim veya bahsedeceğim isimlerin %90’ının ilham kaynaklarından biri.

Dönemin zaten birbirinin prototipi olmayan kadınlarının arasında bile en farklılardan biri olan Siouxsie Sioux ise gerek sesi gerek sahne performanslarıyla ayrı bir yazının konusu. 

Tüm bu şaşaa ise yeni dönemde farklı bir trende evrilmek yerine 90’larda tamamen farklı bir çağı açıyor. 

Onlarca neon çığlığa sanki tepki gösterircesine, atari dönemi olarak da kodlanabilecek 90’lar; Seattle’ın kasvetli global gücünün hakimiyetiyle kavruluyor. İşin güzel yanı, grunge kültürü aynı zamanda müziğe de damgasını vuran önemli bir kadın hareketine sahne olacaktı.

Aslında 80’lerde temelleri atılan ancak 90’lı yıllarda grunge müziğin küresel bir salgına dönüşmesiyle sesini duyuran Riot Grrrls hareketi, dönemin ana başlığı olarak karşımıza çıkıyor.

Hole

Arkasına Kurt Cobain/Nirvana popüleritesini de alan Courtney Love; Hole grubu ile sadece rock sahnesinin değil tüm medyanın ilgi odağı durumunda. (Yine de yanlış anlaşılmaların önünü almak adına; Hole fazlasıyla iyi bir gruptur. Live Through This bunun önemli bir kanıtı olabilir.)

Bikini Kill solisti Kathleen Hanna‘nın önderliğinde dönemin punk müziği sayılan grunge sosuyla yeniden zirveye çıkan kadınları, Riot Grrrls akımı kapsamında  şimdiye dek kadınların şarkılarında bağırmaya çekindikleri taciz, tecavüz,siyaset ve sosyal hiyerarşide erkek üstünlüğü gibi konuları sahnede olabilecek en vahşi şekilde dile getirmekten çekinmiyorlar. Az önce de bahsettiğim Hole, L7, Babes In Toyland, Seven Year Bitch gibi gruplar; prenses elbiseleri, choker kolyeleri, kırmızı rujları ve bol dövmeli kollarıyla belki de rock müzik için (özellikle kadınlar açısından) en umut veren yılları temsil ediyorlar ancak gerçek dünyanın felaketlerinden de kaçamıyorlar.

1993 yılında The Gits grubunun solisti olan Mia Zapata, tecavüz edildikten sonra ölümüne dövülüp boğularak öldürülüyor ve bu durum Seattle başta olmak üzere tüm Amerika’da yankı uyandırıyor (Hatta suçlunun bulunamaması nedeniyle Seattle halkının kendi aralarında para toplayıp özel dedektif tutmuşluğu bile vardır.) Önceden Zapata, Riot Grrrls akımına minimum düzeyde ilgi gösterdiğini söylemiş olsa da bu olayla birlikte akımla adı özdeşleştirilen isimlerden biri haline geliyor.

(Seven Year Bitch’in kendisine adadığı albümü Viva Zapata, Joan Jett ve Kathleen Hanna’nın Go Home parçası; Mia Zapata’nın ölümsüzlüğüne ölümsüzlük katsa da, suçlu ancak 15 yıl sonra bulunup tutuklanabildi.)

Sansasyonlar ve trajediler derken 90’lı yılların sonuna doğru etkisini yavaştan kaybeden grunge ve riot grrrls akımları yerini; daha derli toplu ve net görünümlü, ancak anlatmak istediklerini güçlü ve daha edebi bir dille aktarabilen kadınlara bırakıyor.

Kısmen erkek egemenliğinde diyebileceğimiz grunge müzik gruplarının bir anda yere çakılan albüm satışları; biten ilişkilerinin ardından iğneleyici sözlerini en afili şekilde söylemekten çekinmeyen, o dönemde ilk kez günlük sorunlar arasına eklenmiş olan “modern şehir hayatı”nın yorduğu bu yeni güçlü kadın modelinin işine yarıyor.

Alanis Morisette

Öncesinde pek çok önemli ismin sayılması gerek ancak kuşkusuz bu yeni dönemin sömelindeki taş olarak 30 milyondan fazla satan Alanis Morisette‘in Jagged Little Pill albümünü saymak gerek. Özgür kız figürünü bizim bildiğimiz halinden çok daha öncesinde şekillendiren Morisette, plak şirketlerinin rock sahnesindeki kadınlara karşı olan algısıyla da oynadı.

Bu dönem için, birbirlerine müzikal anlamda da destek veren üç ayrı güçlü kadın için ayrı bir bölüm açmak gerek: Shirley Manson, Gwen Stefani ve Brody Dalle.

Shirley Manson

Kızıl saçları ve stili ile dönemin arzu nesnesi haline dönüşen Shirley Manson, hepsi alanlarında oldukça başarılı müzisyen ve prodüktör olan 3 başarılı erkeğin yeni projelerine solist arayışlarına bir çözüm olarak geldiğinde güçlü kadın modeli yeniden şekilleniyor. Pek çok ünlü albümün prodüktörlüğünü yapmış olan bu 3 müzisyenin lideri konumunda, ardı ardına milyonluk satış rakamlarıyla ifade edilen o ünlü pembe ve turuncu kapaklı albümlerinin başarısını kutlarken, aynı zamanda Garbage grubunun popüleritesini de arkasına alarak yeni Debbie Harry olmaya da oynuyor.

Aynı yıllarda, bir neslin kızlarının tümünün bir gecede mağazalara koşturup puantiyeli elbiselere saldırmasının sorumlusu Gwen Stefani, No Doubt‘ın liderlik koltuğunda Don’t Speak diye bağırdığında ska punk‘ın ülkemiz de dahil olmak üzere tüm dünyaya sel gibi yayılmasına neden oluyor.

Bu güçlü üçlünün son ayağı ise diğer ikisinden daha sert bir alanında top koşturan The Distillers vokali Brody Dalle. Simdilerde daha çok Queens Of The Stone Age vokali Josh Homme‘nin çocuklarının annesi rolünde olsa da; herkes için hala son punk tanrıçalarından.

Fiona Apple

PJ Harvey, Tori Amos, Björk gibi, 90’ların ikinci yarısında sayıları bir hayli artmış olan müzik dergilerinin kapaklarından inmeyen isimlere ise en son 18 yaşında inanması hala rüya gibi olan güzellikte bir debut (Tidal) albümle Fiona Apple ekleniyor. 

Aynı zamanda Fiona Apple; sahne performansı ve MTV ödüllerinde sektörün iki yüzlülüğünden bahseden o meşhur konuşması ile dönemin genişletilmiş özeti olarak alınıp çalışılması gereken isimlerden biri.

2000’li yıllara geldiğimizde kadının rock müzikteki yeri daha çok “alternatif” yöne kayıyor ancak bu konum halen kışkırtıcı.

Milenyum çağı demek aynı zamanda o dönemi domine eden Nu-Metal çağında bir kadın olarak var olabilmek demek. Bu dönem pek çok kadın ikon çıkarıyor ancak o günden günümüze elimize sadece bir kaç sağlam dişi kalıyor.

MTV’de sürekli dönen klipleri ve tüm gençlerin odalarında bulunan dev posterleri (muhtemelen o posterleri Linkin Park ve Korn’unkilerin yanında asılı.) ile 2000’lerin yıldızları olarak Evanescence solisti Amy Lee ve Avril Lavigne‘i göstermek yanlış olmaz.

Ancak bu dönemin poster kızlarının ardında gerçekten tarih yazan kadınlar da yok değil. Kuruluşu tam da 2000 yılına denk gelen Yeah Yeah Yeahs solisti Karen O bunun en somut örneği. Sahne kıyafetleri, duruşu ve lider görüntüsüyle tam bir dişi punk kraliçesi gibi görünen Karen, Björk‘ün bir milenyum rock çağı kraliçesi yansıması olarak ardı ardına dergilere kapak oluyor.

Jack White ve Meg White: The White Stripes

2000’lerde dinlenen tek şarkı olma özelliğini elinde bulunduran Seven Nation Army sayesinde The White Stripes sonradan önü alınamayacak şekilde  garage rock’ı diriltirken, sahnede sadece 2 kişi olarak harikalar yaratıyor. Bu ilginin nedeni ise hiç kuşkusuz arkada sessiz sakin baterisini çalan ve hayranlarının anime karakterlerine benzettiği Meg White oluyor. Ünlü School of Rock filminde iyi bir kadın baterist ismi istenildiğinde adı verilen Meg White, 2000’li yılların en önemli ve gizemli kadın rock figürlerinden biri.

Alison Mosshart

Bu dönemde kurulan bir başka rock duo’su The Kills ise bir diğer ikonik grup olma özelliğini taşıyor. Jamie Hince‘e eşlik eden Alison Mosshart; 2003 yılında çıkardıkları pek mükemmel Keep On Your Mean Side albümünün çıkmasıyla kendi kemik hayran kitlelerini yaratmalarını takiben “jet black” rengi kahküllü saçları, uzun boyu ve stiliyle sadece müzik dergilerinin değil; bir anda moda dergilerinin ve defilelerin de sevgilisi haline geliyor. 

Tabii ki  ikonik rock kadınlarını sayarken bu toprakları da es geçecek değilim; özellikle Türk müzik tarihine Özlem Tekin ve Şebnem Ferah‘ı katan Volvox düşünüldüğünde…

Ancak gerek burada türlerin daha şeffaf ve çizgilerin daha bulanık olması olsun; gerek rock türünün daha ilginç bir sürece sahip olması olsun; ayrı bir araştırmayı hak eden bir konu olduğu da gerçek.

Zaten son 5 yıla baktığımızda , çıkış çizgisi olarak kendisine rock’ı belirleyip, şimdilerde elektronik müzik çalışmaları ya da DJ işbirlikleri AVM playlist’lerinin vazgeçilmezlerinden olan isimler düşünüldüğünde durum pek de iç açıcı değil.

Tekrar tüm dünyaya döndüğümüzde de durum çok farklı değil, 2010’lu yılların sonrasında “aklımızı uçuracak” cinsten bir şey gördüğümüzü söylemek zor.

The Pretty Reckless ya da Florence and The Machine gibi isimler alıştığımız, sevdiğimiz ve aradığımız o ilham verici ve güçlü rock müziği hala yaşatmaya çalışan az sayıdaki müzisyenlerden öne çıkanları…

Ama kim bilir; rock müziğin ilham ve umut üzerine olduğunu düşündüğümüzde, belki de yeni isimlere ve yeni rotalara daha çok kulak vermemiz gerekiyordur. Tıpkı tüm o ilham verici kadın rock yıldızlarının yaptığı gibi…

MÜŞRA DEMİR

*Bu yazı TRIP Dergi’de yayınlanmıştır.

Zeen is a next generation WordPress theme. It’s powerful, beautifully designed and comes with everything you need to engage your visitors and increase conversions.

Top 3 Stories

Daha Fazla İçerik
Bir ruh sıçraması olarak Jim Morrison